Çocukluk Yaralarımızı Evliliğe Taşıyoruz
“Bir çocuk ağladığında onu susturmak kolaydır… Asıl mesele, o sustuğunda içinde nelerin biriktiğini fark edebilmektir.”
Büyüdük sandık.
Diplomalar, sorumluluklar, evlilikler, unvanlar derken, içimizdeki çocuk hâlâ aynı yerde kaldı. O küçük halimiz bazen yalnız, bazen korkmuş, bazen de duyulmamanın yorgunluğunu taşıyor. Ve biz farkında olmadan, o duyguları sırtımıza alıp evliliğimizin içine giriyoruz.
Bir bakıyorsun, eşi tarafından biraz ilgisiz bırakılan biri hemen içine kapanıyor. Aslında bugünün ilgisizliği değil onu üzen… Yıllar önce annesinin yüzünü çevirdiği o an, babasının “sus artık” dediği o ses yankılanıyor içinde. O çocuk hâlâ orada, hâlâ anlaşılmayı bekliyor.
Küçükken duygularını bastırmayı öğrenen biri, büyüyünce konuşmakta zorlanır. Eleştirilen çocuk, yetişkin olduğunda en küçük eleştiriyi bile saldırı gibi algılar. Sevilmek için sürekli “iyi çocuk” olmaya çalışan biri, evliliğinde de hep “idare eden” taraf olur. Aslında kimse eşine kızmıyor; herkes kendi çocukluğunun gölgesine sesleniyor.
Bazı ilişkilerde taraflardan biri fark etmeden diğerini “anne” ya da “baba” yerine koyar. Ondan sabır, koşulsuz kabul, sınırsız ilgi bekler. Oysa bir eşin görevi, diğerinin çocukluğunu büyütmek değil; onunla birlikte olgunlaşmaktır. Evlilik, yaralarımızı kapatacak bir pansuman değil, onları fark etmemizi sağlayan bir aynadır.
Her insan kendi hikâyesinin izini taşır. Kimi sevgisizliğin, kimi baskının, kimi sessizliğin içinde büyür. Ama geçmişi suçlamak iyileşmeyi geciktirir. Çünkü hiçbir çocuk kendi yarasından sorumlu değildir, ama her yetişkin kendi iyileşmesinden sorumludur.
Bir ilişki, iki yetişkinin değil; iki çocukluğun buluşma hikâyesidir. Eşler birbirine şefkat gösterebildiğinde geçmişin yükü hafifler. Bazen bir kelimeyle, bazen sadece dinleyerek… Sevgi, insanın çocuk yanını onaran en sessiz terapidir.
Kendini anlamadan kimseyi sevemezsin. Çünkü evlilik, iki yetişkinin değil; iki çocukluğun buluşma hikayesidir.